2 Eylül 2018 Pazar

Farz Eyleyelüm Dedük: Erdoğan Bilime ve Adalete Öncelik Verseydi


Aşağıda okuyacağınız varsayım internetin her köşesine bulaşmış bir takım argümanların sebebiyet verdiği bıkkınlığın eseri olup sevgili dostumuz Sıtkı'nın sıyrılma kararı alması neticesi klavyeye alınmış bir faraziyedir. Bir bakıma sosyal medya muhalefetine "Çok salak ve bencilsin" demenin uzun halidir. Öyle işte...

-Brunson pazarlığı yapacağına yüce Türk adaletini kendi haline bırakmak mesela. Böylece o papazın davası da politika bulaşmayan her dava gibi yıllarca sürecek, emekliliği gelince sonlanan mahkeme sonucu zaten son günlerinde olan papazın ajanlık yapacak hâli kalmadığından memleketine gidecektir. Adliyenin normal işleyişi başlı başına bir cezadır Türkiye'de.

-Bilime ve adalete önem veren bir yönetici olsaydı herhalde darbe teşebbüsünde bulunan insanlara madalya takacak, Fethullah Gülen'i geri istemeyecek, S-400leri almayacak, Suriye'de PYD'ye karşı çıkmayacaktı. Böylece TL devalüe olmayacak, dolar yükselmeyecek, küresel ticaret savaşları başlamayacak, ABD yönetimine evangelistler hakim olmayacak, Trump seçilmeyecek, gümrük vergileri üzerinden tek kutuplu dünya düzeninde inat etmeyecek, Türkiye kavganın ortasında kalmayacaktı. 1971'de harp okulları sınav soruları Fetö tarafından çalınmayacaktı, 40 yıl dev boyutlara ulaşmış bir örümcek ağı RTE belediye başkanı olduğu gün dağılacak, 2002'de karşısında pazarlık eden büyük bir güç olarak çıkmayacaktı herhalde.

-En önemlisi; Erdoğan bilime ve adalete önem verse; yüzyıllardır bilime verdiği önemle şöhret yapmış necip Türk milleti(dikkat, ironi çıkabilir!), tıpkı beyefendi bir fizikçi olan Erdal İnönü ve beyefendi bir makine mühendisi olan Necmettin Erbakan'a yaptıkları gibi (bu ikisi aynı zamanda Fetö benzeri yapılara bulaşmayan nadir liderlerdendir) Erdoğan'a büyük destek verecekti. Veya daha gerçekçi olursak, bilime adalete önem veren bir Erdoğan'ı bu millet seçim barajlarıyla süründürecekti. Konuştuğunda “ne dediği belli değil” diye dalga geçilecekti. Başka bir adla piyasaya çıkan bir şahsa oylar yağdırılacak ve "adam güzel bağırıyor" denecek(bunu bizzat duydum) belki hala Demirel'e oy veriliyor ve babalık bekleniyor olacaktı, belki başka birinden (bkz:herkese iki anahtar) vaatleri dinliyor olacaktık.

Çünkü;
demokrasilerde oyunuz kadar var olursunuz. Seçmenlerin yüzde 50'si memursa memurların hakları genişler. milyonlarca işçi varsa her politikacı işçi haklarından bahseder. Bilimle uğraşan insanların toplam nüfusu yüzde 10 bile etmiyorsa milyonlarca insanın anlayamadığı ve hatta karşı çıkacağı kadar sağduyulu liderlerin çıkmasını ve tepeden inmesini beklersiniz. Çünkü tepeden inmezlerse halk bu değişik insanları yine seçmeyecektir(zaten hiç seçmemiştir).

Nüfus köylü iken bir çiftlik sahibi tabii ki iktidar olacaktır. Askerlerin kurduğu bir bürokrat meclisi tabii ki gücü bürokrasiye verecektir.

Anketlerde bilim çıkmaya başladığı zaman bütün politikacılar bilimden bahsetmeye başlar. 


Netice olarak, birbirinin götünü dişleyen siyasetçiler bu kitleye müstahaktır. Hele ki Erdoğan, fazla bile zariftir. 

zira;

"ben tinerci gibi küfredeyim ama benim seçtiklerim tanzimat beyefendisi, hanımefendisi olsun" 

"ben fotomaç gazetesinin resimlerine bakayım ama o arada yobazlar bitsin, bilimde ilerleyelim"

"ben takım tutar gibi ideoloji savunayım ama yargı tarafsız olsun" 

"ben emniyet şeridinden basıp gideyim ama trafik kurallarına uyulsun"


beklentisi vatandaşlık hakkı değil, bencil ve ahmakça kurulmuş bir hayaldir, distopyadır. 
Bu hamakata devam edecekler; ve kendilerini aydın, bu yaptıklarını da muhaliflik zannetmeye devam edecek; son nefeslerine kadar da "Allah Allah! Niye planladığımız gibi olmadı ki acaba?" diye merak edecekler. Çünkü Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...


Neden İdam Cezası?

Kadınların çantalarında biber gazıyla yaşamak zorunda olduğu, sokağa çıkarken tedirgin olduğu bir toplumdansa tecavüze meyleden insanların mezartaşlarının olmadığı ve ahlaksız insanların tedirgin yaşadığı bir toplum istiyorum çünkü.


Fotoğraf Hindustan Times E-Gazetesinden alıntıdır.

Cinayet için bile değil, ama ırza tecavüz ve ihanet-i vataniye suçları için idamı desteklerim, zira bu iki suç idamla cezalandırılsaydı; ne 27 kişinin tecavüzüne uğrayan kız çocuklarını günübirlik haber olarak okuyup geçerdik, ne bunu örtbas etmeye cüret eden siyasetçilerimiz olurdu. Ne gazetecilik süsü verilmiş ajanlarımız ve içimizi oyan beşinci kol faaliyetleri bu kadar cüretkar ve yüzsüz olabilirdi, ne de bunu istismar edecek siyasetçiler bu kadar pişkin olabilirdi.


Lessie Bize Bir Şey Anlatmaya Çalışıyor...

El Emeği Göz Nuru

Markette kasanın berisindeki prezervatiflerin yanında biber gazı satılıyor. Bir düşün bakalım şimdi, acaba kapitalizm sana ne anlatmaya çalışıyor? Öldürmek isteyene silah satacaksın, öldürülmek istenene zırh. Ölüye mezar, geride kalanlara mendil... Biz bu ülkede ticari maksatla mı yaşıyoruz? bir şeyler alıp bir şeyler satmak ve bir şeyler alıp satmayı kolaylaştırmak için mi ülke kurmuşuz? Tecavüz suçlusunun cezasını paraya çevirdiğinizde tecavüz mağdurunu nasıl bir konuma yerleştirmiş oluyorsunuz? Fahişeden hallice... Vatana ihanet suçlusunun cezasında indirim yaparken neyi ödüllendiriyorsunuz, neyi teşvik ediyorsunuz? Vatanınızı ihanet edilemez bir Sultan yapmıyorsunuz, acaba ne yapıyorsunuz? Üzülüyorum bu insanlara, çünkü Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...

2 Haziran 2018 Cumartesi

Schrödinger'in Kedisi ve Dördüncü Boyut: Zaman

Schrödinger'in Kedisi deneyini bilen bilir. Varsayımsal bir deney olup paketlemek veyahut kutulamak suretiyle kedi telef etmenin caiz olup olmadığını felsefi bir şekilde sorgulayan bir deneydir. 

Özetle; zehirli gaz dolu bir kavanoz ve bir adet kediyi bir kutuya kapatırız. (evde denemeyiniz, zaten niye deneyesiniz ki?) kedinin kavanozu kırıp kırmadığını göremediğimiz için "kedi canlıdır" veya "ölüdür" diyemeyiz; kedi hem ölüdür hem canlıdır.


Muallak Kedi


Görmemişler gibi "vay babağn kemüğüne! ne kadar ilginç ve çarpıcı fikir bu ya rabbülalemin!" diyen bazı kardeşlerimiz kusura bakmasınlar; böyle saçmalık olmaz! O kadar kolay mı olm bu işler?

Öte yandan aklı evvel bir kardeşimizin yumurtladığı bir fikir olarak "az bekleyelim kedi miyavlar zaten" düşüncesi de hakikate yaklaşmakla birlikte fikrin sahibi az biraz odun olduğundan bu kafayla hakikate bir ağaç hızında yaklaşacaktır büyük ihtimalle. Zira mevzubahis deney varsayımsal bir deney olup her şeye uygulanabilir ve iddia: cisim ne olursa olsun kutuyu açmadan son durumu bilemeyeceğimiz şeklindedir. Yani kutudaki şey çenesi düşük bir kedi olmasa da deneyin yapılabilmesi lazım. 

Fakat Ahşapcan kardeşimizin fikri büsbütün avanakça bir fikir de değildir, zira bir cismin dünyanın geri kalanıyla olan olağan bağlantısını kestiğinizde cismin olağan davranışlarında da muhakkak bir takım değişiklikler olacaktır. Bu cismin canlı olması da gerekmez; sadece gözlemlemenin dahi davranış değişikliği getirdiğini göz önünde bulundurursak, izolasyonun değişiklik oluşturmaması düşünülemez. Aynı şekilde cisimle aramızdaki bilgi akışının da kesilmiş olması başlı başına olağan akışı bozan bir durum olduğundan yeni bilgi gelmemesi dahi mantıksal süreçleri etkileyecektir, nötr değildir.

Schrödinger'in Kedisi deneyine yaptığımız eleştirinin mantıklı bir yönü daha vardır: 

ZAMAN.

Kutuyu açıncaya kadar hem ölü hem diri varsayımı aynı zamanda zamana karşı da hayli dirençsiz bir varsayımdır. Kutuyu kapattıktan 20 yıl sonra zehir kavanozu kırılsa da kırılmasa da kedinin ölümlü olması hasebiyle kutunun içindeki durum zamanla netleşecek ve ihtimallerin sayısı azalacaktır. 

Kutunun içindeki taş olsaydı da farketmezdi. Belki daha yavaş değişime uğrardı, ama taş bile olsa zamanla değişim o kadar kaçınılmazdır ki bu artık sadece bir zaman meselesidir. ortalama bir kedinin ömrü azami 20 yıl olduğundan denklemin ihtimalleri seyreltip sonuca vardırması kedi için 20 yıldır. Taş için bu süre belki 20 yıl değil de 20 milyon yıldır; ama bir süre sınırı vardır ve er veya geç doğa denklemi dengeleyecektir.

22 Şubat 2018 Perşembe

İkbal Mesih ve Hayatın Yükü

İkbal Mesih (İqbal Masih) 1983 yılında Pakistan’ın en yoksul bölgelerinden biri olan Mudrike’de doğdu. 4 yaşına geldiğinde tüm akrabaları gibi 600 rupi, yani yaklaşık 16 dolar karşılığında halı dokuma fabrikasında çalıştırılmak üzere satıldı. Burada haftanın 7 günü, 14 saat çalıştırıldı. 10 yaşına geldiğinde ise sadece 27 kiloydu.
Çocuk çalıştırmanın yasak olduğunu öğrendiğinde fabrikadan kaçan İkbal daha sonra polisler tarafından yakalanarak tekrar fabrikaya götürüldü.

Bir sonraki kaçışında yalnız değildi, yanında 3000 çocuğu da götürdü. Çocuk işçiliğine karşı verdiği mücadele dünya çapında duyulmaya ve ses getirmeye başlayınca henüz 12 yaşında iken öldürüldü.

İşte bu gülüşü güzel çocuk henüz 12 yaşında mücadelesi uğruna canını verdi. Şimdi oturup kendimize bir sormak lazım, Derdimiz dert mi? Yükümüz yük mü? Bizim gündelik şikayetlerimiz, uğraşlarımız, bunu İkbal'e yapan insanların evlerine döndüklerinde hissettikleri vicdandan azade yorgunluk... Bilmiyorlar. Bilselerdi, yapmazlardı...
Daha etraflı bilgi buradan bulunabilir [ingilizce]

6 Şubat 2018 Salı

Tek Huzur Ümidi Ölüm Olanlar

"Ne yapabiliriz?... Yaşamak gerek... Yaşayacağız Vanya dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alın yazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de yaşlılığımızda da durup dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz... Ve tanrı acıyacak bize... Ve biz seninle canım dayıcığım, parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz... İnanıyorum buna dayıcığım, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum... Dinleneceğiz, dinleneceğiz... Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz... Yaşamımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak ve tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna!... Zavallı Vanya dayı, ağlıyorsun... Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya dayı, bekle... Dinleneceğiz, dinleneceğiz..."

                                                                  -Sonya - Son konuşması
                                                                    Vanya Dayı - Anton Çehov

Beyaz Diziler (Zengin koca içerir)

Türkçe ve İngilizce örnekleriyle Beyaz, pembe, kırmızı, kızıl ve mor dizi kitaplar



































Harlequin serisi, Türk kadınlarının müteahhit hileleri kullanarak olduğundan daha masum görünmeyi başardıkları kitap serisidir.

Müteahhit ve inşaatçi zevatın yaptığı bazı inşaat projelerinde şöyle bir yöntem izlenir. Ruhsat alıncaya kadar muhteşem projelere dayanarak ilerleyen inşaat faaliyetleri, yapı ruhsatı aldıktan sonra müteahhitin kafasına göre veya neresi uygunsa orasının keyfine göre herhangi bir projeye ve standartlara çok da takılmadan rahat rahat devam eder.

Konuya bağlıyorum hemen,
harlequin kitaplarının beyazdan mora doğru renkleri koyulaşan, renkleri koyulaştıkça da içeriği kabak çekirdeği gibi açılan serilere sahip olmasına rağmen Türkiye'de bir dönem beyaz dizi adıyla bilinmesi tıpkı bu inşaat üçkağıdına benzer. Beyaz diziyi inceleyen bir devlet, veya anne-baba; sadece uzun aşk acıları ve nihayetinde dudakların birbirine kavuşması, evlilik ve mutlu son içeren bir kurgu bulacaktır. Aşık olunan erkek yakışıklı ve zengindir. hiç kimse bu kurgudan kıllanmaz, huylanmaz, rahatsız olmaz, engellemeye veya müdahale etmeye kalkışmaz.

halbuki kızının okuduğu kitapları merak eden bir babanın eline pembe dizi geçerse, kızının "muhteşem güzellikteki göğüslerinin emilmesi"ni anlatan bir roman okuduğunu görebilir ve hiddetlenebilirdi. aşık olunan (memeleri emen :p) erkek burada da yakışıklı ve zengindir.

Veyahut kırmızı seriyi eline geçiren bir baba "tutkuyla öpüşmeye başladılar" ile başlayıp dört sayfa kadar sürdükten sonra "hazzın doruklarında" veya o civarda bir yerlerde biten bir sevişme sahnesiyle karşılaşabilirdi. Okumak için açtığı sayfa 4. bölüm ve sonrasındaysa bu karşılaşma işten bile değildi, randevulaşma sayılırdı. Aşık olunan erkek tabii ki yakışıklı ve zengindir.

Kızıl seriyi eline geçiren bir baba vay anam vay neler dönmüş serhat ya şeklinde bir ruh haline girebilir, kendince notlar alabilir, geçen yıllar içinde unuttuğu bir-iki mevzuyu tekrar hatırlayıp uygulayarak mahrem hayatını renklendirebilir, yengenin hayır duasını alabilir. Aşık olunan erkek hala yakışıklı ve zengindir (ya ne olacağıdı).

Mor seriyi babanız bulmuşsa evde mütemadiyen kırbaç, kelepçe gibi ürünlerle karşılaşabilirsiniz. Aşık olunan erkek, eveet, yakışıklı ve zengindir. Harlequin romancıklarında aşık olunan erkek her zaman yakışıklı ve zengindir. Milyonda bir ihtimal belki az yakışıklı olabilir ama hala aslanlar gibi zengindir.

5 Şubat 2018 Pazartesi

-Is That Terror? -Depends, Who Killed Them?

According to western media;


  • Rockets falling to Kilis; or 
  • Turkish citizens murdered by bombings; or
  • Bomb attacks and Suicide attacks like the ones in Kilis, Ankara, Istanbul, Gaziantep, Hatay(Alexandretta) or Şanlıurfa 
                                                                      can happen.

This kind of an event is not terror or war IF the murderer is PKK, but it is terror IF it is done by ISIS.

Also When PKK kills innocent people it is not war, if Turkey retaliates, it is war. This is just sad. I am Kurdish and this makes it even more sad for me.

Telling again; PKK, PYD, HPG, YPG, YPJ, KCK, Kongra-Gel, PJAK, PCK, TAK...... these are all different names of the same terrorist organisation. They keep changing names to avoid being blamed for their terrorist actions. Every time they change the name, they keep telling people "they've changed". However, while names change all the time, weapons and mass attacks always stick around.

Same people, same weapons, same tactics and non-stop terror attacks keep coming, and names keep changing. With PKK, name is the only thing that change...



One of these is a terrorist, the other is a freedom fighter! You guess it!


I'm writing all these because They don't know. If they knew, they wouldn't...

24 Ocak 2018 Çarşamba

Hakimler ve Savcılar Kurumu üzerine bir alıntı -YORUMSUZ-

Aşağıdaki metni ekşi sözlük adlı internet sitesinde yakaladım. "Yakaladım" diyorum, zira bilenler bilir, ekşi sözlük siyasi eğilim olarak genelde "Tayyip gitsin, isterse Türkiye yansın, banane, ben kapağı Avrupa'ya atarım bir şekilde" fikrindeki sol (!) ve "dağlarda gezenler terörist değildir, olsa olsa kaleşnikoflu barış güvercinleridir" fikrindeki eşkiyasever kitlenin körler vs. sağırlar şeklinde birbirlerini ağırladığı bir platformdur. Nadiren rastlanan bir yazar tipi olduğundan buraya yedeklemeyi uygun buldum.

 "senelerdir bakan ve müsteşar var bu kurumda, bazılarının yeni aklına gelmiş sorgulamak. 5 sene öncesine kadar esamesi bile okunmazdı. orda amcalar kendileri çalar kendileri oynarlardı. kaç davayı sabote ettiler, "bazılarına" dokunan kaç tane tane savcı ve hakim harcadılar, ideolojik birliktelikleri olmayan kaç hukukçuyu harcadılar? liste uzun.
bu kurum açık bir şekilde siyasallaştırılmış bir kurul. bunu üyeleri de açıktan gösteriyorlar zaten. özel olarak şekillendirilmiş, devletin belli ideolojik kurallarına uymayan durumlar diğer aşamalarda engellenemezse son olarak hukuk aşamasında tetikçilik yapmak için tasarlanmış bir grup.
şimdi "iktidar bu kurumu ele geçirecek" diye isyan edenler çok da iyi biliyorlar ki bu kurum onyıllardır onlar tarafından zaten işgal altında. adamlar burayı kale bellemişler. onların zihniyetinde buraya "sahip olmak" gayet meşru. bu kurumun yapısının değişmesini de işgal olarak niteliyorlar. kimse bu kurumu işgal etmese ve sadece tarafsızlaştırsa bile onlar "elimizdekini kaybediyoruz" diye isyan edecekler zaten.
üstelik sadece bu kurumda değil. ülkedeki bir çok kurum, kurul ve kuruluş belli bir zümrenin ideolojik çıkarına göre şekillendirilmiş. murphy'nin altın kuralına riayet edilerek denmiş ki "darbeyi ben yaptıysam kuralı da ben korum, o darbe ile inşa ettiğim düzeni koruyacak her türlü önlemi de alırım". bunu onlara doğuştan verilmiş bir hak sanıyorlar.
adamların bakış açısı bu. çünkü onlar zaten devletin bir ideolojisi olması gerektiğine ve bu ideolojinin onların inandığı olması gerektiğine inanıyorlar. onlara göre bu ideoloji haricindeki her türlü fikir ve düşünce suç. konu devlet ideolojisi olunca onu korumak için yapılan her türlü düzenleme ve arsızlık normal, mübah.
iki yüzlülük burda çıkıyor ortaya. bugüne kadar süregelene zerre itiraz etmeyip bugün var olan iktidarın üzerinden bu kurumun uzun süreli geleceğinin ele geçirildiğini iddia etmek riyakarlık oluyor. zira anayasa akp dönemini kapsamıyor. akp iktidardan gittiğinde de bu kurul çalışmaya devam edecek.
buna rağmen hala "son kale de düşüyor" diyorlar. aslında sırf bu bile bir tür itiraf. "bugüne kadar bizimdi, şimdi başkalarına gidiyor". hiç biri çıkıp demiyor ki "neden peki birileri bu kurulun yaptıklarından rahatsız?"
bunun açıklaması sadece "resmi ideolojiye bağlı olmaları" mı sizce? yoksa bu kurumun son 2 senedir sistemli, düzenli ve açık bir şekilde soruşturma geçiren derin devlet ve darbe düzenleyicilerini yargılayanları kurtarmak için çaba sarfediyor oluşu mu?
daha bugün haberleri vardı gazetelerde. adamlar ergenekon ve darbe soruşturmalarını yürüten 25 kişiyi toptan görevden almaya çalışıyor. neye istinaden? hangi kriterlere göre? neyi kurtarma çabası bu?
daha da ötesi hali hazırda var olan anayasaya göre bu kurumun meslekten men kararları sorgulanamıyor ve yargı yolu kapalı. aynı anayasa mahkemesi gibi bunlar da bir tür dokunulmazlığa sahipler. işlerine gelmeyen bir adama soruşturmayı açan savcıyı adliye önünde limon satamayacak hale getirip bırakabiliyorlar mesela. yeni anayasa değişikliği eğer kabul edilirse bunu yapamayacaklar. kafalarına göre hakim ve savcı harcayamayacaklar. zira değişiklik ihraçlar için yargı yolunu açıyor.
--o--
bir diğer sorun da bu kurulun yapısı değiştirilmek istenirken bir tarafın önce "yok katiyen görüşmeyiz, kabul etmiyoruz" deyip sonra "bize sormadan kafalarına göre yapıyorlar" diye yaygara kopartması. biraz utanma olur insanda. 4 sene oldu bu ülkede anayasa değişikliği konuşuluyor.
önce yeni anayasa taslağı yapalım dendi, bu kesim "zinhar kabul etmiyoruz elimizdeki darbe anayası iyidir, süperdir" deyip kestirip attı. iktidar buna rağmen bir taslak hazırlayıp gelince "yeni anayasa dikte edilmeye çalışılıyor" diye kıyametler koptu.
bu sefer daha dar değişiklikler içeren bir paket hazırlandı. gene "biz bu işte tamamen yokuz" dendi. iktidar paketi hazırlayıp meclise getirdi. gene yaygara koptu, kopuyor "bu dayatmadır" diye.
yani adamlar hem hiç bir şeyi müzakere etmiyorlar, hem de dayatma diyorlar. sonra da ağlıyorlar "kaleleri ele geçiriyorlar" diye. çünkü onlara göre bu kurumlar "kendilerinden". zaman içerisinde "ele geçirmişler". oturup müzakere etseler en azından "tamamen tarafsızlaştırılmasına" çalışsalar belki elde edecekler.
bu kurumların kendi arka bahçeleri olmaktan çıkmasını ve tam bağımsız ve her görüşe eşit uzaklıkta kurumlar olmasını isteselerdi oturup pazarlık ederlerdi. üye sayısı mı artacak? olur ama bakanla müsteşarı çıkartalım. sen şurdan 3 üye getirmek istemişsin, cumhurbaşkanına bu konuda yetki vermişsin ama ben bunlara katılmıyorum, "benim önerim şudur". sonra da gider onu halka anlatırsın, mecliste vekil sayın az olsa bile kamuoyu baskısı oluşturursun. politika dediğin bu. parlementer sistem böyle çalışması için kurulmuş. bir taraf devamlı 5 yaşındai çocuk gibi ağlayıp itiraz etsin diye değil.
fakat hayır. onun yerine müzakere etmeyelim, tamamen karşı çıkalım, kitleyelim, ajite edelim, suçlayalım. tüm taktik bunun üzerine kurulu. kendilerinin bir önerisi yok. "bu hali ile iyi". neden? "çünkü var olan bize hizmet ediyor". "değişmesine karşıyız". neden? "çünkü biz bugüne kadar sahip olduk, şimdi onlar olmasın".
zihniyet bundan ibaret. bütün bu çatışma, gerginlik bunun sonucu. şu referandumda hayır demek için harcadıkları enerjiyi müzakere etmek için harcasalar belki gerçekten hiç bir tarafın işgal etmiş sayılmayacağı, herkese eşit uzalıkta duracak ve tam bağımsız/tarafsız olacak bir düzenleme çıkabilecek ortaya.
fakat adamların anlayışı bu değil. tek dertleri "mevzileri" korumak. çünkü dedim ya, var olanı "kendilerine bahşedilmiş bir hak" olarak görüyor adamlar. ideolojiye yakın oldukları için devletin de onun kurumlarının da "kendi malları" olduğunu sanıyorlar. e sen böyle bir politika güdersen karşındaki iktidar da senin keyfini beklemektense "madem sen katılmıyorsun, ben bildiğimi okuyacağım" der, sen de böyle ağlanırsın sabahtan akşama kadar "ele geçiriyorlar" diye.
ülkedeki son 7.5 senenin özeti de budur. adamların karşısında değişim isteyen bir güç var. sandıkta onları paramparça etmiş. defalarca seçim kazanmış. arkasında halk var, sermaye var, kadro var. sen hala bebek gibi ağlanıyorsun "ele geçirecekler ühühühühü" diye.
sen ortaya hiç bir yeni fikir veya proje koyma, ülkenin her köşesinden gelen "değişim" çığlıklarına kulaklarını kapat, statükoyu korumak için taklalar at, tek amacın "bir şey yapmaktan ziyade karşındakine hiç bir şey yaptırmamak" olsun. sonra da ağlayıp dur.
atı alan üsküdarı geçer, mal mal izlersin böyle. sonra da ağlarsın. başka bir numara yok. bir kere yenildiğini kabul edememişsin sen daha. sandıkta kaybedip darbe ile, karmaşa ile, kurulları işgal ederek falan hala ülkeyi yönetebileceğini sanıyorsun. karşındaki de "madem öyle işte böyle" deyip sana tokat üzerinde tokat atıyor. çünkü adamın bir planı, somut önerileri ve hedefi var. senin ortaya sürdüğün hiç bir şey yok. insanlar da aptal değiller bunu gayet net görüyorlar.
sonuç? sonuç şu. bir sürü adam ortada papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayıp durur, adam gibi politika yapmadıkları için de "kendi elleriyle" hediye ederler her şeyi rakiplerine. sonra da ağlarlar sivil dikta kuruluyor diye. bugüne kadar olan neydi peki?
sen gerçekten "demokratikleşmek" istiyor musun ki? yoksa tek derdin "ideolojik cumhuriyetini" kaptırmamak mı? dürüst ol da buna en azından kendi kafanda cevap ver. "

--marpione--- ekşi sözlük, 22.01.2018